
Steve Jobs'un Stanford Üniversitesinde bir mezuniyet töreninde yaptığı meşhur konuşması da aslında bir açlık öğretisi konuşmasıdır.
Neye açsak, onu ararız. Onun izleri, onun gizleri, onun lezzeti yolunda zaman, emek, para ayırırız. Açlığımızın büyüklüğü ile ayırdığımız zaman, emek, para büyüklüğü doğru orantılıdır. Yani tüm yaşam yönümüzü tayin eder açlığımız. Ruhumuzdaki açlıkla, bedenimizdeki açlığın doğrudan ilişkisi olduğunu çeşitli kaynaklardan biliyoruz.
Neye açsak, onu ararız. Onun izleri, onun gizleri, onun lezzeti yolunda zaman, emek, para ayırırız. Açlığımızın büyüklüğü ile ayırdığımız zaman, emek, para büyüklüğü doğru orantılıdır. Yani tüm yaşam yönümüzü tayin eder açlığımız. Ruhumuzdaki açlıkla, bedenimizdeki açlığın doğrudan ilişkisi olduğunu çeşitli kaynaklardan biliyoruz.
Hayata sıfırla başlamış, hayatındaki tüm sıfırların yanına 1 olmayı başararak 1000000.... noktalarına gelmiş bir adamın bu 14 dakikalık konuşmasındaki açlık mesajı müthiş bir açılım. Steve Jobs'un bu konuşması; binlerce insana, 14 dakikada, tüm yaşamları boyunca ilham kaynağı olacak bir konuşma nasıl yapılırın da dersidir aynı zamanda. Sunum becerilerini geliştirmek isteyen kimseler için ise bin kere izlense her seferinde öğrenecek şey bulacakları bir kaynak...
Ha, bir de "budala kal"makla ilgili kısmı var işin. Hani diyor ya "Aç Kal, Budala Kal":
- İmkansızlıklara aldırmayacak kadar budala kal...
- Asla yapamazsın diyenlere karşı budala kal...
- Bu mümkün değil yargılarına karşı budala kal...
- İnsanları kandırmayı aklına getirmeyecek kadar budala kal....
- Başkalarının zihin gürültüsüne ve duygu karmaşalarına kapılmayacak kadar budala kal...
- Kurnazlıkla (uyanıklıkla) kendine nema sağlamayacak kadar budala kal...
- Kalbini bozmayacak kadar budala kal...
- Bütün zorluğuna karşılık dürüstlük ve açıklığını koruyacak kadar budala kal...
- Ahlakından taviz vermeyecek kadar budala kal...
- İYİ'liğe inanacak kadar budala kal.....
- Hayallerine sahip çıkacak kadar budala kal...
- Risk alacak kadar budala kal....
Budala'yı okudunuz mu bilmiyorum. Dostoyevski'nin bu deha eserinde Prens Mişkin'in üzerinden insanlığa dev bir ahlak mesajıdır Budala. İYİ'liğe inanmakla ilgilidir.O kadar derinlemesine insanı tahlil eder ve iyi kalmayı başarmanın mümkünlüğünü gösterir ki hayran kalırsınız. Okumayanınız varsa muhakkak okusun derim.
Şimdi sizi sunumla başbaşa bırakıyorum. Aşağıda konuşmanın metnini de bulabilirsiniz. İyi düşünmeler :)
“Bugün
dünyanın en iyi üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte
olmaktan onur duyuyorum. Ben
üniversiteden hiç mezun olmadım. Doğruyu söylemek gerekirse, mezuniyete en
yaklaştığım an da bu an!
Sizlere hayatımla ilgili üç hikaye anlatacağım.
Hepsi bu. Büyütülecek bir şey değil. Sadece üç hikâye.
İlki
noktaları birleştirmekle ilgili.
İlk 6 aydan sonra Reed Üniversitesinde derslere
girmeyi bıraktım, ancak gerçek anlamda okulu bırakana kadar bir 18 ay kadar
daha okulda kaldım. Okulu neden bıraktım?
Olay ben doğmadan başlamıştı. Biyolojik annem
genç, evlenmemiş bir üniversite mezunuydu ve beni evlatlık vermeye karar
vermişti. Beni üniversite mezunu bir çiftin evlatlık almasını çok istiyordu,
sonunda da bir avukat ve karısı tarafından alınmam için herşey hazırdı. Tek
sorun, ben ortaya çıktıktan sonra, beni evlat edinecek çiftin esasında bir kız
çocuğu istediklerini anlamış olmalarıydı. Bir gece yarısı, bekleme listesinde
olan müstakbel aileme bir telefon geldi: “Elimizde beklenmedik bir erkek bebek
var, onu istiyor musunuz?”. Onlar da “tabii ki” diye yanıtladılar. Biyolojik
annem, annemin üniversiteyi, babamın ise liseyi bile bitirmemiş olduğunu
öğrendiğinde evlatlık verme işlemini tamamlayacak son kağıtları imzalamayı
reddetti. Ancak birkaç ay sonra, ailemin beni üniversiteye yollayacaklarına
dair söz verdikten sonra ikna oldu.
Ve 17 sene sonra üniversiteye başladım ama saf
bir şekilde neredeyse Stanford kadar pahalı bir okul seçtim, ve emekçi ailemin
bütün birikimleri benim okul parama gidiyordu. Altı ay sonra, buna değmeyeceğini
farkettim. Hayatımla ilgili ne yapmam gerektiği
konusunda hiçbir fikrim yoktu ve üniversitenin de bunu bulmam için bana nasıl
fayda sağlayacağını çözememiştim. Ve orada durmuş ailemin hayat boyu
biriktirdiği parayı harcıyordum.. Sonuçta okulu bırakmaya ve herşeyin yoluna
gireceğine inanmaya karar verdim. O zaman çok korkutucu gelmişti ama geriye
dönüp baktığımda hayatımda verdiğim en iyi kararlardan biri olduğunu görüyorum.
Okulu bıraktığım an, zorunlu fakat gereksiz olan ve ilgimi çekmeyen tüm dersleri
almama gerek kalmamıştı. Böylece sadece bana ilginç gözüken derslere
girebilecektim.
Bu aslında hiç de romantik bir durum değildi.
Yurt odam olmadığından arkadaşlarımın odalarında yerde yatıyor, kola
şişelerinin 5 sentlik depozitolarıyla yemek alıyor, her pazar akşamı güzel bir
yemek yemek için 7 mil uzaktaki Hare Krishna kilisesine gidiyordum. Çok
güzeldi. Merakım ve sezgilerim sayesinde içine düştüğüm çoğu şey daha sonra
benim için paha biçilmez deneyimlere dönüştü.
Bir örnek vereyim: O zamanlar Reed Üniversitesi
muhtemelen ülkedeki en iyi kaligrafi dersini veriyordu. Kampüsteki her poster,
çekmecelerdeki her etiket, çok güzel şekilde elle kaligre edilmişti. Okulu
bırakmış olduğum ve zorunlu dersleri almak zorunda olmadığım için kaligrafi
dersi alıp nasıl yapıldığını öğrenmeye karar verdim. Serif ve san serif yazı
karakterleri, değişik harf kombinasyonları arasındaki boşluğu ayarlama ve
harika bir tipografiyi harika yapanın ne olduğu hakkında çok şey öğrendim. Çok
güzeldi; tarihsel ve sanatsal olarak o kadar inceydi ki bilim hiçbir şekilde
bunu yakalayamazdı ve ben bunu muhteşem buldum. Bunların hayatımda pratik bir
uygulama bulma olasılığı yoktu. Ama on sene sonra, ilk Macintosh’u tasarlarken,
bir anda aklıma geliverdi. Bunların hepsini Mac’te kullandık. Mac güzel bir
tipografiye sahip ilk bilgisayardı.
Eğer o derse hiç girmemiş olsaydım, Mac hiç çok
yönlü yazı karakterlerine veya boşlukları doğru orantıda kullanan fontlara
sahip olmayacaktı. Windows da
Mac’ten kopyaladığına göre, hiçbir kişisel bilgisayarın bunlara sahip
olmayacağı muhtemeldir. Okulu bırakmamış olsaydım, o kaligrafi dersine girmemiş
olacaktım, ve kişisel bilgisayarlar şu an sahip oldukları o harika tipografiye
sahip olamayabileceklerdi. Tabii ki üniversitedeyken noktaları ileriye bakarak
birleştirmek imkansızdı. Fakat on sene sonra geriye dönüp baktığımda herşey çok
ama çok berraktı.
Tekrar söylüyorum, noktaları ileriye bakarak
birleştiremezsiniz; onları sadece geriye baktığınızda birleştirebilirsiniz.
Noktaların gelecekte bir şekilde birleşeceğine inanmanız gerekiyor. Bir şeye
güvenmelisiniz – tanrıya, cesaretinize, kaderinize, hayata, karmaya, herhangi
bir şeye. Bu yaklaşım beni hiçbir zaman yolda bırakmadığı gibi hayatımı da
bütünüyle değiştirdi.
İkinci
hikayem sevgiyle ve kaybetmekle ilgili.
Hayatımın erken bir döneminde neyi sevdiğimi
bulduğum için şanslıydım. Woz (Steve Wozniak) ve benApple‘ı
20 yaşındayken ailemin garajında kurduk. Çok yoğun çalıştık, ve 10 sene sonra
Apple garajdaki iki kişiden, 4000 çalışanı olan 2 milyar dolarlık bir şirkete
dönüşmüştü. En nadide ürünümüz Macintosh’u piyasaya sürdüğümüzde ben 30 yaşına
yeni basmıştım.
Ardından
kovuldum.
Kendi kurduğunuz bir şirketten nasıl
kovulabilirsiniz? Şöyle: Apple büyük bir şirket haline geldiği için biz de
şirketi benimle birlikte yönetebilicek, yetenekli olduğuna inandığım birini işe
aldık ve ilk sene işler iyi gitti. Fakat daha sonra, geleceğe yönelik
görüşlerimiz farklılık göstermeye başladı ve bir noktada koptu. Bu noktada
yönetim kurulumuz onun tarafında yer aldı. Sonuçta 30 yaşında dışarıda
kalmıştım. Hem de herkesin gözü önünde. Hayatımın odak noktası olan şey bir anda yokolmuştu,
bu büyük bir yıkımdı.
Birkaç ay ne yapacağımı bilemedim. Bir önceki
girişimci nesli yüz üstü bırakmış, rütbe tam bana teslim edilirken onu elimden
düşürmüş gibi hissetmiştim. Dave Packard ve Bob Noyce’dan bu başarısızlığım
için özür diledim. Fazla göz önünde olan bir başarısızlık sembolü olmuştum ve vadiden kaçmayı bile
düşündüm. Fakat içimde bir şeyler uyanmaya başladı, yaptığım işi hala sevdiğimi
farkettim. Apple’da olanlar bunu en ufak şekilde değiştirememişti. Dışlanmıştım ama hala
aşıktım. Ve yeniden başlamaya karar verdim.
O zaman farkına varmamıştım ama Apple’dan
kovulmak başıma gelebilecek en iyi şey olmuştu. Başarılı olmanın
ağırlığı yeniden başlamanın hafifliğiyle yer değiştirmişti,
hiçbir şey hakkında eskisi kadar emin değildim. Hayatımın en yaratıcı dönemine
girmek üzere özgürleşmiştim.
Sonraki beş sene NeXT adında bir şirket kurdum, Pixar adında başka bir şirket, ve eşim
olacak inanılmaz kadına aşık olmuştum. Pixar’da dünyanın ilk bilgisayar
animasyon filmi Toy Story‘yi yarattık ve şu an dünyanın en
başarılı animasyon stüdyosuyuz. İnanılmaz olaylar zincirinden sonra, Apple
NeXT’i satın aldı, ben Apple’a döndüm ve Apple’ın yenilenmesinin kalbinde
NeXT’te geliştirdiğimiz teknoloji yatıyor. Ve Laurence ile harika bir aile
kurduk.
Apple’dan kovulmamış olsaydım bunların
hiçbirinin olmayacağından son derece eminim. Tadı çok kötü bir ilaçtı, ama
sanırım hastanın da buna ihtiyacı vardı.
Bazen hayat kafanıza bir
tuğlayla vurur. Sakın inancınızı kaybetmeyin.
Devam etmeme sebep olan şeyin yaptığım işe olan aşkım olduğuna ikna olmuş durumdayım. Neyi
sevdiğinizi bulmanız gerek. Ve bu aşklarınız için geçerli olduğu gibi işiniz
için de geçerlidir. İşiniz hayatınızın büyük bir kısmını kaplayacak ve gerçek
anlamda tatmin olmanın tek yolu harika bir iş olduğuna inandığınız şeyi
yapmanızdır. Ve harika bir iş yapmanın tek yolu ise yaptığınızı
sevmenizden geçer. Henüz bulamadıysanız, aramaya devam edin.
Durulmayın. Tüm gönül meseleleri gibi, onu
bulduğunuz zaman anlayacaksınız. Ve her büyük ilişki gibi, seneler geçtikçe
daha da güzelleşecek. Yani bulana kadar devam edin. Yılmayın.
Üçüncü
hikayem ölüm hakkında.
On yedi yaşındayken, şöyle bir şey okumuştum:
“Her gününü,
hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın.”
Bu cümle beni çok etkilemişti ve o günden bu
yana, yani 33 yıldır, her sabah aynaya bakıp, kendi kendime hep şunu sordum: “Eğer bugün hayatının son günü olsaydı, bugün (normalde)
yapacağın şeyleri yapmak ister miydim?” Uzun süre art arda,
“Hayır,” yanıtını verdiğimde, bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım.
İnsanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi,
yaşantısına damga vuracak kararlar vermesi açısından büyük önem taşır. Çünkü
her şey, tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları
– tüm bunlar ölüm karşısında değerlerini yitirir, yalnızca ölümdür önemli olan.
Kaybedecek bir şeyler olduğu (tuzak) düşünceyi
yok etmenin en iyi yolu insanın öleceğini hatırlamasıdır. Zaten çıplak ve
savunmasızsın. Yüreğinin sesini dinlememen için hiçbir neden yok.
Bir yıl kadan önce bana kanser teşhisi kondu.
Sabah 7:30?da girdiğim ultrasonda pankreastaki tümör bariz bir şekilde
görünüyordu. Bense pankreasın ne olduğunu bile bilmiyordum. Doktorlar bu tip
bir kanserin tedavisinin neredeyse imkansız olduğunu ve üç ila altı aydan fazla
yaşamayı beklemememi söylediler. Bu, çocuklarınıza ilerideki 10 yıl içinde
söyleyeceklerinizi birkaç ay içinde söylemeye çalışmak demekti. Bu, aileniz
rahatı için gerekli herşeyin kısa zamanda yapılması demekti. Bu veda etmek
demekti.
Bütün gün o teşhisle yaşadım. Akşama doğru
biyopsi yapıldı, boğazımdan bir endoskop soktular, mide ve bağırsaklarımdan
geçerek bir iğneyle pankreasımdaki tümörden birkaç hücre aldılar. Ben narkozla
uyutulmuştum, fakat eşimin söylediğine göre doktorlar alınan hücreleri
mikroskobun altına koyduklarında sevinç çığlıkları attığını söyledi. Benim
kanserim ameliyatla tedavi edilebilecek bir türdenmiş. Ameliyat oldum ve şimdi
iyileştim.
Beni ölüme en çok yaklaştıran olay budur ve
umarım uzun yıllar boyunca bir daha bu denli yaklaşmam. Bu deneyimi yaşamış
biri olarak diyebilirim ki ölüm faydalı fakat sadece entelektüel bir kavramdır.
Hiç kimse ölmek istemez. Cennete gitmek
isteyenler bile, oraya gitmek uğruna ölümü göze almak istemezler. Oysa ölüm
hepimizin ortak sonu. Şimdiye dek hiç kimse ölümden kaçamamıştır. Bunun böyle
de olması gerekir, çünkü ölüm hayatın en güzel icatlarından birisi.
Hayat’ın değişim ajanı. Yenilere yer açmak için, eskilerden kurtulmanın tek
çaresi. Şu an için yeni sizsiniz, ama günün birinde, üstelik
pek yakında siz deeskiyecek ve aradan çıkarılacaksınız. Bu kadar
acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu.
Zamanınız kısıtlı, bu yüzden başkalarının
hayatını yaşayarak onu harcamayın. Başkalarının düşüncelerinin sonuçlarıyla
yaşama dogmasına takılıp kalmayın.Başka insanların
fikirlerinin gürültüsünün kendi kalbinizin sesini duymanızı engellemesine izin
vermeyin. Ve en önemlisi kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete
sahip olun. Kalbiniz
ve sezgileriniz ne yapmak istediğinizi bilirler. Bunun dışındaki her şey ikinci
planda.
Gençliğimde, bizim neslin kutsal dergilerinden
biri sayılan, The Whole Earth Catalog adında inanılmaz bir yayın vardı. Menlo
Park yakınlarında yaşayan Steward Brand adında biri tarafından şiirsel bir
tarzla kaleme alınmıştı. Size anlattığım bu olay, 1960’lardan kalma, masa üstü
bilgisayarlardan ve bilgisayar destekli yayınlardan önce, yani bu dergi
daktilolar, makaslar ve polaroid kameraların yardımıyla yapılmıştı. Google
ortaya çıkmadan 35 yıl önce, dergi formatında bir Google gibiydi: idealistti,
anlaşılır bilgiler ve harika görüşlerle doluydu.
Stewart ve ekibi bunun birçok baskısını
yayımladılar ve dergi miyadını doldurduğunda son bir baskı yaptılar. 1970’lerin
ortalarıydı, o zamanlar sizin yaşlarınızdaydım. Son baskının arka kapağında,
sabahın erken saatlerinde çekilmiş bir yol fotoğrafı vardı, hani her
maceracının kendini otostop çekerken bulabileceği yollardan biri.
Fotoğrafın altında şu sözler yer alıyordu: “Aç Kalın, Budala
Kalın (Stay Hungry. Stay Foolish).” Aramızdan ayrılırken bize verdikleri
veda mesajları buydu. Aç Kalın, Budala Kalın. Kendim için hep bunu diledim. Ve
şimdi, sizin için de aynı dilekte bulunuyorum:
Aç
Kalın, Budala Kalın.
Hepinize çok teşekkür ederim.”